Bir ÖYKÜ
Okulu bitirmiş öğretmen olmuştu Bahar.
Toplumda saygınlığı olan, kızlara uygun görülen, seçkin mesleklerden biriydi ilkokul
öğretmenliği. Annesi için de öyleydi…Ona göre: “En güzel mesleği yapacak, çocukları
eğitecekti. Eğitimci olduktan sonra, ilkokul, ortaokul ya da lise öğretmenliği arasında hiçbir
ayrım yoktu. Yeterliydi aldığı eğitim. Yüksek öğrenim görmesine gerek yoktu. Altın bileziği
koluna takmış, eli ekmek tutmuştu ya!..”
Öğretmen okulunda yatılı okumuştu altı yıl boyunca. Eğitimi, barınması, yemesi
içmesi, cebine harçlığı… tüm gereksinimlerini devlet karşıladığı için de zorunlu hizmeti
vardı. Haziran ayında yapılan yıl sonu sınavında başarılı olanların listesi; idarece, Millî
Eğitim Bakanlığına gereği için gönderilmişti. “Bakanlık, okulların açılma zamanını, sizlerin
hazırlık yapabilmenizi dikkate alarak, atamanızı geciktirmez, en geç temmuz sonunda belli
olur.” demişti; okul müdürü Canip Akın, mezuniyet töreni konuşmasında. Temmuz ayı
bitmek üzereydi.
Okul idaresi, atanmak istedikleri üç ilin adının belirtildiği bir dilekçe de almıştı ders
bitiminde. İl adı belirtmemiş, “Türk bayrağının dalgalandığı her yerde çalışabilirim.” demişti;
Bahar. O nedenle heyecanla bekliyordu. Bugün yarın gelebileceğini umduğu mektupla,
atanacağı il ve gideceği köyün neresi olduğu haberini alacaktı. “Keşke daha önce gelse!”
diyerek; yüreği ağzında beklediği özel haberi de… Kulağı postacının çalacağı zilde, gözü
yoldaydı.
Okuduğu yılların bir buçuk katı kadar çalışacaktı köylerde. Öğretmenliğe adımını atar
atmaz da yaşamını düzene sokacaktı!.. “Yaşamın düzeni, evlilik!” demekti; annesine göre.
Ailesi bilinen, tanıdıkları helal süt emmiş bir koca adayıyla evlilik!..
Tanrım! İşte bunu düşünmek bile istemiyordu…
Çabucak serpilmiş, genç kız gibi oluvermişti çocuk yaşta. Eş dost akrabanın; ‘aman
pek de güzelleştin’ dediği; genç bir kız görünümündeydi. Ortaokul birinci sınıfı bitirip, yaz
tatiline geldiğinde çıkmıştı ilk kısmeti. Görünüşüne bakıp, çocuk ve öğrenciliğini bilemeyen,
mahalleye yeni taşınan komşularının oğluna eş olabileceği düşünülmüştü. Kendisinden çok
büyük ‘abi’ gibi gördüğü bir devlet memuru gençti isteyen… Gülünüp geçilmiş, ‘yaşı küçük’
denilerek geri çevrilmişti dünürcüler. “Bir söz keselim, okulu bitirmesini bekleriz.”
denilmesine aldırmadan.
Ortaokul öğrencisi değildi, öğretmen olmuştu artık. Yaşı yerinde, mesleği elindeydi.
Evlenmesi için bir engeli yoktu. “Hayır!” demesinin, annesini inandırıcı bir nedeni de...
Bu kez, evlenmesi için annesinin de uygun gördüğü kısmet, iyi bir koca adayıydı!..
Bir yakınlarının oğlu. Düşlerinde bile kabullenemediği bir erkek. Yooo kötü biri değildi.
Hatta çoğu kızın, sessiz yapısıyla kendine yakıştıracağı bir koca olabilirdi de… Bahar’ın değil
ama. Asla! Kendi halinde, varlığı yokluğu belli olmayan, konuşurken yüzü kızaran bir gençti.
Yanındayken kanını kaynatmayan, düşündüğünde yüreğini titretmeyen birisiydi. Sığ, tekdüze
bir yaşam düşünemeyen, cıvıl cıvıl Bahar’ın ne evini ne de düşlerini paylaşabileceği eşi
olabilirdi. Bomboş yüreğini dolduracak erkek değildi o.
‘Hayır istemiyorum, âşık değilim!’ demekten başka bir nedeni de yoktu annesine
söyleyebileceği! Aslında bir aşkı vardı. Vardı da annesinin haberi yoktu! Okuma aşkını
bilmiyordu annesi.
Evinden uzaktayken, okulların açık olduğu bir zamanda girdiği için söylemesine gerek
kalmamıştı ama… Eğitim enstitüsü sınavına girmiş ve söyleyememişti bir türlü. Sonrasında
da “Yüksekokula gitmek, müzik öğretmeni olmak istiyorum!” diyemiyordu; ilkokul
öğretmenliğini yeterli bulan, evlendirmek için çoktaaan kollarını sıvamış annesine. Sevgisiz
evlilik düşünemediğine de inandıramıyordu yazık ki! “Nikâhta keramet vardır!” diyor;
Bahar’dan yana çıkan, “Okumuş, öğretmen olmuş kızı zorlama, yazık edersin, bırak şu
inadını.” diyen; yakın arkadaşlarını bile dinlemiyordu. Dört çocuğunun sorumluluğunu,
yaşamın yükünü yıllardır tek başına taşıyan, tüm kararları kendisi veren, ‘dediğim dedik’
annesiydi yine…
Oysa aşk evliliği yapmışlardı; babasıyla... Mutlu olmuşlar, birbirlerine âşık
yaşamışlardı yıllarca… Taaa ki… Babası, sonsuzluk yolculuğuyla annesini yalnız bırakıncaya
dek!
Sevgiyle yürüyen evliliklerinden geriye kalan, o yılların özlemiydi. Ve yıllar
geçmesine karşın, adını andıkça hüzünle parlayan gözlerinde okunan sevgi. Evliliğine
sevgiyle adım atmış ve kısa da olsa mutlu yaşamış annesinin bu denli üstelemesini
anlayamıyordu. Onun da kendisini anlamak istemediği gibi… Kimi zaman, annesi gibi
düşünmeye çalışıyor; ‘Uygunsuz birine gönlünü kaptırmadan, bildiği, güvendiği, yumuşak
yaratılışlı iyi bir insanla evlendirebilmek istiyor belki? Kızını düşünmekten, sorumluluğundan
kurtulabilmek istiyor belki de? Başka bir neden bulamıyordu… Yooo bir de... Son sınıfta bir
ay staj yapmaları dışında, köyde hiç yaşamamış kızını yalnız göndermek istemiyor da
olabilir!’ diyordu kendi kendine.
Annesinin; kızını başından savarcasına, ondan kurtulmak istercesine dayattığı, kendine
uygun gördüğü gibi değildi ki düşlediği evlilik...
Kanının kaynadığı, deli deli aktığı yaşlardaydı. Bir erkekle duygusal ilişki yaşamamış,
aşkı tatmamıştı bugüne dek. Düşündüğü gibi birisi de çıkmamıştı ki karşısına... Bir erkekle
arkadaşlık etmesinin nedeni; ilişkilerin, davranışların denetlendiği yatılı okulda, idarecilerden
gizli gizli mektuplaşmak, gönül eğlendirmek, oynaşmak değildi ki! Süzülmek, baygın baygın
bakışmak, kırlarda, kuytularda, deniz kenarında dolaşmak da değildi. Çay bahçesinde el ele,
göz göze oturmak hiç değildi.
Beğendiği bir erkekle arkadaşlık etmek, tüm güzel duyguların ilkini onunla yaşamak,
mutluğu onda tatmak, sonunda da evlenmekti tek istediği. Duyarlı, yüreği sevgi dolu
birisiyle…
Kusursuz birini bulabileceğine ve kusursuz aşk yaşanabileceğine inanmayacak denli
gerçekçiydi elbette... Yan yana durabilecek, yaşamına ortak olabilecek bir arkadaştı aradığı…
Düşlerinde yarattığı, güzellikler yaşayacağı yakın arkadaşını, en iyi dostunu arıyordu.
Sevginin sıcaklığını duyumsayacağı, yokluğunda özleyeceği birini.
Olmaz mıydı böyle birisi?
Neden olmasın?
Niçin karşılaşmasın ki? Ayaklarını yerden kesebilen, buzdan sarayına uzun saçlarına
tırmanarak pencereden giriveren, yüreğini sımsıcak eden, beyaz atlı prensle karşılaşamaz
mıydı; masallardaki gibi?
Oooof çok şey mi istiyordu yoksa?
Aslında çoktu arkadaşı. “Gülen yüzünle, dostluğunla, arkadaş canlısı oluşunla
başkasın.” diyen arkadaşları… Okulda, sınıfta!.. Her yerde, hep birlikte oldukları sınıf
arkadaşları! Ooooo onların yeri bambaşkaydı. Kızlar da erkekler de arkadaş değil;
omuzdaştılar, dosttular birbirlerine… Evlerinden uzaktaki, yaşamı paylaştıkları aileydiler.
Can kardeşiydiler. Sevgili arkadaşıydılar. Özellikle erkeklerin hemen hepsi, yaşıt olmalarına
aldırmadan, abla gözüyle bakar ‘ablamsın’ der, sevdalarını, yaşadıkları sorunları paylaşırlardı.
Gerçek ablaları gibi.
Böyle güzel dostluklar yaşarken, başka bir arayışı da ötesi de olmamıştı. Amaaaa!
Ama aklını karıştıran birisi vardı aslında... O’nun ilgi duyduğu şeyler de ilgilendikleri
kızlar da bambaşkaydı; söylentilere göre… Gerçek yaşamında var olamayacak gibiydi. Apayrı
dünyalardaydılar… Öyle uzak, öyle yabancı, öyle ulaşılmazındaydı ki!.. Yüreğinin bir
köşesinde sakladığı umudunu yadsıyor olsa da düşlerini süslemesinden mutluluk duyduğu,
vazgeçemediği biriydi… Yine de bekleyecekti gönül çelenini. Belki bir gün!..
Yüreği buruk, aklı, dünyası karmakarışıktı…
Mahallede, okulda, kendisiyle ilgilenen kaç erkeğin arkadaşlık teklifini kabul
etmemişti şimdiye dek. Kimisi öyle ısrarcı olmuş, öyle ardından koşmuştu ki çok üzülmüştü
‘hayır’ dediği için.
Annesinin bu zorlamasında, kendi üzdüklerinin âhı vardı belki de kim bilir?
Düşlerindeki gibi değildi annesinin onun için uygun görüp, beğendiği erkek. Kocası
olamazdı. Olmayacaktı!..
Çok istediği eğitim enstitüsüne devam edebilmek tek umuduydu. Umudunun ötesinde
annesini kırmadan yapabileceğinin en iyisiydi. Okumalı ve annesinin evlendirme çabalarına
engel olmalıydı. “Artık bir mesleğin var, öğretmen oldun! Bundan sonra okumana gerek
yok!” diyen annesine, en güzel ‘hayır’ yanıtı olacaktı sınavı kazanması. Bu nedenle de
bekliyordu sınav sonucunu gece düşlerinde, gündüz pencerede...
Ah bir kazansa, bir kazanabilseydi... Aslında çok iyi geçmişti yazılı sınavı. Ama
‘acaba’ dediği de olmuyor değildi hani? ‘Az zaman kaldı’ diyerek; bekliyordu. Avunuyor,
umut ediyor, bekliyordu. ‘En geç ağustos başında belli olur’ dememişler miydi
öğretmenleri?.. Sonra da müzik bölümü için sınava girecekti ama… Ondan korkusu yoktu.
Yetenek sınavıydı. Keman sanatçısı, besteci Ekrem Zeki Ün, koro öğretmeni Selahattin Evcil
ve solfej öğretmeni Fikret Evcil; öğretmen okulunda yıllarca dersine giren öğretmenleriydi ve
hep güven vermiş; “Sen bu yeteneğinle, kesin kazanırsın!” diyerek; her zaman
umutlandırmışlardı.
Okulu bitirip eve geleli bir ay olmuştu. Sınava girdiğini bilmeyen annesi, Bakanlıktan
gelecek resmi mektubu, atanma haberini bekliyordu heyecanla. Bahar’ın karşı çıkması,
ağlayıp sızlaması önemsenmeden, “evet” denilmiş, söz kesilmişti. Atandığı köyün
belirlenmesinden sonrası için de düğün planlamaları yapılıyordu artık açık açık. Görev yerine
gitmeden nişan, şubat tatilinde de düğün olmalıymış!
Annesinden heyecanlıydı Bahar. Ama bambaşka bir heyecan... Annesiyle
paylaşamadığı, yalnız başına yaşadığı bir heyecandı. O’nu, istemediği evliliğin kurtuluşu
olabilecek haberin heyecanıydı yaşadığı.
Kimi gün, kazanacağım umuduyla içi içine sığmayan yüreği pır pır, kimi gün
kazanamayacağım korkusuyla bungun… Yoğun duygulardı yaşadığı...
Uzayan geceler, geçmeyen günler...O beklenen gün!..
Veee beklediği haber…
Müzik öğretmenliği tutkusunun muştuydu.
Beklediği…
Fazilet ÖZKAN POR