Hüseyin ERKAN

Tarih: 31.10.2020 19:14

BİR PROFESÖRÜN İLK ÖĞRETMENLERİ

Facebook Twitter Linked-in

 

Öyle yanlış ve çürük önyargılarımız var ki!.. Bunların en yaygın olanlarından biri “dayak”…
Hani şu “cennetten çıktığı” söylenen dayak…
Çok iyi bir şeymiş gibi, “Dayak cennetten çıkma” denir hep. Bu yanlış inanç sonucu, anne-
babalar gibi, öğretmenlerin birçoğu da bu yönteme başvururlar genellikle.
Genellemeler yapıp sözü fazla uzatmadan, bir profesörümüzün yaşamöyküsünden örnekler
sunacağım size:
1996´da Niğde Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi´ne “Dekan” olarak atanan eğitimci
profesörümüz, 1950´li yılların başlarında ilkokula başlar köyünde.
İki öğretmenli okulun, o yıllarda “Başöğretmen” denen müdürü Rahmi Kerem´dir. Dördüncü,
beşinci sınıfların derslerine giren Rahmi Bey´i köylüler çok sever. Ancak, deve çobanlığı yaptığı için,
okula iki – üç yıl geç başlayan bir Yörük çocuğu olan Süleyman Bozdemir, O´na bir türlü ısınamaz.
Neden mi?
Başöğretmen Rahmi Bey, çok dayak atmaktadır çünkü. “Korku”nun olduğu yerde “sevgi”
yeşeremez ki.
Kendi sınıflarına mühendis bir vekil öğretmen girmektedir. O nasıldır acaba?
Dekan Profesörümüz´den alalım yanıtını:
“Bizim gürültü yaptığımızı gördüğü anda, hışımla sınıfa girer; hepimizi sıra dayağına
çekerdi. Ondan da çok korkuyorduk.”
Balık baştan kokar. Başöğretmen öyle olursa, astöğretmen de böyle olur işte!
Fakat hakkını yemeyelim, Başöğretmen Rahmi Bey´in. Vekil öğretmen, hiçbir şey
öğretmeden, karneleri baştan aşağı “pekiyi” ile doldururken, Başöğretmenimiz çocuklara bir şeyler
öğretmek için çırpınmaktadır âdeta.
Şair ve yazar Mehmet Babacan, şöyle anlatıyor O´nu:
“Rahmi Kerem öğretmen, her şeyden önce bizi birer okuma sevdalısı yapmıştı. Bir yıl içinde
köylüyle kaynaşmış; köyün bir bireyi haline gelmişti. 1950 yılına geldiğimizde okulumuz dışarıya
öğrenci gönderen bir kurum haline dönüşmüştü.”
Rahmi Öğretmen´in bu başarısının iki nedeni var: Birincisi, o da bir köylü çocuğu… İkincisi,
Düziçi Köy Enstitüsü mezunu…
Nereye geldiğini, niçin geldiğini biliyor. Öyle yetiştirilmiş çünkü.
Dekan Profesörümüz´ün Mersinli bayan öğretmeni Kâmuran Güllü nasıl bir öğretmenmiş,
O´nu da tanıyalım:
“Öğretmenimiz o kadar güzeldi ve şık giyiniyordu ki, biz ona hayran hayran bakmaktan
kendimizi alamıyorduk. O da dayakçı idi ama bizi iyi yetiştiriyordu.
“Bana çocuk kitapları ve dergileri verirdi. Beni âdeta okuma sevdalısı yapmıştı. Bu sevda
bende halen sürmektedir.”
Bir öğretmen, okuma aşkı kazandırırsa öğrencilerine, başka hiçbir şey vermese de olur onlara.
Süleyman, çok sever bu öğretmenini. Kâmuran Hanım da O´nu… Hatta bir gün, annesini
ziyaret eder evlerinde. Süleyman´dan çok memnun olduğunu söyler ki, köylü bir Yörük annesi için ne
büyük mutluluktur bu!
Fakat bir gün, bir arkadaşına uyarak, öğretmeninin kendisinden istediği bir şeyi yapmaz
Süleyman. Sen misin yapmayan! Esaslı bir şamar atarak yüzüne öğrencisinin, cezasını verir hemen.
Özür dilemek ister Süleyman ama kabul etmez öğretmen.
Şimdi sıra Mehmet Gürbüz öğretmende… Profesörümüz O´nun için ne diyor bakalım:
“Üçüncü ve dördüncü sınıfta Düziçi Köy Enstitüsü mezunu, Mersin / Mut ilçesinin bir
köyünden Yörük bir ailenin çocuğu olduğunu söyleyen Mehmet Gürbüz adında bir öğretmen okuttu
bizi. İyi bir öğretmendi ama o da çok dayak atıyordu öğrencilere. Hiç gülmüyordu. Verdiği ödevi
yapmayanları, sorduğu soruyu doğru yanıtlamayanları sıra dayağına çekerdi. Bazen de çalışkan
öğrencileri, çalışmayanları dövmesi için zorlardı.” (1)

Yaa!.. Bu “cennetten çıkma” böyle bir şeydir işte. Ailede ve okulda dayak yiyerek büyüyenler,
misliyle öder; bunu başkalarına.
Beşinci sınıfta yeni gelen bir öğretmen girer derslerine. Gülnar´ın bir köyünden Pazarören
Öğretmen Okulu mezunu Osman Sevim…
Resim yapmayı severmiş ama iyi resim yapmayı öğretememiş öğrencilerine. Ders işlemekten
pek hoşlanmazmış ama şarkı, türkü söyletmeye bayılırmış; özellikle kız öğrencilere.
Süleyman, o ders yılı sonunda öğretmen okulu sınavına gireceği için bir şeyler öğrenmek
istese de öğretmenin o tarakta bezi yoktur hiç. Ara sıra iyi anlamadığı konularda bir şeyler sorunca
Süleyman, “Sen beni sınava mı çekiyorsun?” diye azarlarmış.
Yaa!.. Zayıf öğretmenlerin birçoğu, öğrencilerin kendisine soru sormasından hoşlanmaz hiç.
Niçin mi?
“Cevabını bilmediğim bir soruyla karşılaşır da çuvallarsam?” diye korkarlar da onun için.
“Siz bana değil, ben size sorarım.” diye azarlayıp o yolu baştan kapatırlar.
Soru sorulamayan, soru sorulmasından korkan bir “sözde öğretmen”den kime ne hayır gelir?

ANADOLU´DA EĞİTİM GÜNEŞİ

Köy Enstitüleri geçince hayata,
Anladık; üreterek yaşamanın,
Bize, nasıl bir güç kattığını!
Salih Koç
Yukarıda, ilkokul öğretmenlerini anlattığımız Prof. Dr. Süleyman Bozdemir, 1940´ta Köy
Enstitüsü olarak kurulmuş olan Aksu Öğretmen Okulu mezunudur.
“Anadolu´da Eğitim Güneşi” adlı manzum bir ‘Köy Enstitüsü destanı´ yazan öğretmen Salih
Koç da yine bir Köy Enstitüsü devamı olan Kastamonu / Göl Öğretmen Okulu mezunu…
Prof. Bozdemir, Akdeniz bölgemizin göbeğindeki yıldız kentlerimizden Mersin´den Salih Koç
da Karadeniz bölgemizin göbeğindeki Sinop´tan…
Bakmayın, il merkezlerini söylediğime, köylü çocuğu ikisi de… Ve ikisi de Köy Enstitülerini
kurarak okuyup aydınlanmalarını sağlayan önderlere borçlu olduklarının bilinciyle yazıp çiziyorlar hep.
Bakınız, şiirsel olarak ne güzel söylüyor, Salih Koç öğretmenimiz:
En büyük kötülüğü ülkemize yapmışız;
Köy Enstitülerinin kıymetini bilememekle!

***
Olmadan kitabın
Sığ düşüncenin hamalı,
Özgürce düşündürmekti
Köy Enstitülerinin amacı.
İşte en çok da bu rahatsız etti ya ağaları, beyleri… Medreselerde hocalar, müderrisler nasıl ki,
Kur´an´ı anlamadan ezberlettiyse; okullardaki öğretmenler de Türkçe´yi, matematiği, tarihi, coğrafyayı
ezberletsinler. Düşünmek, düşündürmek… Ne gerek var bunlara canım! Değil mi ya?

Yaşarken yaramıyorsa işine,
Bilgi bir yüktür bedene.

diyorsa da Salih Koç öğretmen, bakmayın siz O´na! Tehlikelidir düşünmek! Devam edelim biz yine:

***
Kadını okumayan bir millet
Kalkınması yarım olacaktır elbet.
***
Erkeğini adam edemeyen millet
Kızlarını kafese koyacaktır elbet.
***

Tiyatro eserleri komedi veya dram
Anadolu kokardı buram buram.
***

Ve eserinin sonuna noktayı şöyle koyuyor; şair öğretmenimiz:
Sayende öğrendik;
Yoksulluğun ve cehaletin
Bir “kader” olmadığını! (2)
Haklısın, sevgili meslektaşım, haklısın! Gerçekten, yoksulluk da “kader” değil, cehalet de… Ve
bu önemli gerçeği, Köy Enstitüleri ve onların devamı olan Öğretmen Okulları öğretti bize.
.

Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

(1)Bir Yaşam Öyküsü – Eğitime ve Bilime Adanmış Bir Ömür, Prof. Dr. Süleyman Bozdemir, Karahan
Kitabevi, Adana 2018; iletişim: süleyman.bozdemir@hotmail.com ; Telefon: (0535) 694 25 47
(2) Anadolu´da Eğitim Güneşi, Salih Koç, Tunç Yayıncılık 2020; iletişim: kocsalih57@hotmail.com ;
Telefon: (0546 )740 62 55


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —