Hüseyin ERKAN

Tarih: 07.11.2020 23:39

ÇOBANLIKTAN PROFESÖRLÜĞE

Facebook Twitter Linked-in

 

Akdeniz´den kalkar sümbül baharı,
Kervan Kervan gider göçümüz bizim.
Gülnar taş ülkesi, kayrak diyarı,
Toprak mı gördü ki kıçımız bizim.
Mehmet BABACAN

İlçemiz Akseki´ye yaya dört - beş saat uzaklıktaki, dört yanı yüksek Toros dağlarıyla çevrili
köyümüz Gödene´de geçti; tüm çocukluğum.
Yalnızca benim mi?
Sözgelişi “Plakçılar Kralı” olarak ünlü akrabalarımız, Coşkun Plak´ın kurucusu Hilmi Coşkun
âbimizin de…
Kardeşleri Mehmet Coşkun, Ayhan Coşkun âbilerle, akranım Muhsin Coşkun´un da…
Yeri gelmişken söylemiş olayım; İstanbul Unkapanı´ndaki İMÇ Çarşısı´nda bulunan plakçı ve
kasetçilerin çoğu bizim köydendir.
Bu ayrı bir konu… Başka bir yazıda anlatırım; “Plakçılar Kralı” ve halifelerini.
Asıl söylemek istediğim şu:
Yalnız benim değil, tüm başarılı ünlü girişimci köylülerimin çocukluğu da zorluklar içinde geçti.
Bizler, beş - altı yaşından itibaren, her türlü işte anne ve babamızın yanında olduk. Gücümüzün yettiği her işi, yüksünmeden, şikâyet etmeden yaptık. Gerektiğinde oğlak güttük, gerektiğinde sığır…
Gerektiğinde bahçemizdeki sebzeleri suladık; gün geldi, meyveleri topladık.
Çeşmeden ibrikle, güğümle su da taşıdık; biraz daha büyüyünce ot da yolduk, çapa da yaptık,
ekin de biçtik orakla.
Harman da sürdük düvenle; eşeğimizi, öküzümüzü de otlattık kırlarda.
Ve bu işleri zevkle yaparken, yanlış değil evet zevkle yaparken, çoğu zaman çorap da yoktu
ayaklarımızda, çarık da…
“Demek ki potin, iskarpin, ayakkabı ya da çizmeniz vardı!” diyorsunuz, öyle mi?
İkinci Dünya Savaşı sırası ve hemen sonrasında, hangi köylümüz bulabilmiş ki, biz bulalım
onları?
Çok sonradan çıktı; o ucuz lastik ayakkabılar.
“Daşdöven” nedir, bilir misiniz siz “daşdöven”?
Nerden bileceksiniz ki!
Bahar dahil, bütün bir yaz, çıplak ayakla taşların üzerinde yürümekten, tabanlarımızın altında
yumurta büyüklüğünde bir çıban ya da yara oluşurdu. Onun adıydı “daşdöven”.
Arapça da değil, Farsça da… İngilizce de değil, Fransızca da… Öz be öz Türkçe, bileşik bir
sözcük… Baştaki “daş” bildiğimiz “taş”ın yöresel deyişi.
“Taşın döve döve oluşturduğu çıban, yara” anlamındadır. Her yaz, mutlaka olurdu; bu yara
bende.
Ne mi yapardık?
Doktor nerde, hastane nerde!
Kim kaybetmiş de biz bulalım!
Ninem (babaannem) ve annem, şu bildiğimiz acı soğanı bir güzel haşlar ya da korlu sıcak
külde pişirir, yaranın üstüne sıcak sıcak sarardı.
Benzer deneyimleri, Mersin´in Gülnar ilçesinin Eskiyörük köyünde, bir Yörük çocuğu olan
Süleyman Bozdemir de yaşamış.
Üç aşağı beş yukarı, 1940´lı, 1950´li yılların köylü çocuklarının dağarcıkları, benzer anılarla
doludur hep.
Bunca sözden sonra, çocukluğu deve, oğlak ve keçi çobanlığıyla geçen Prof. Dr. Süleyman
Bozdemir´in bu konuda neler yazdığına bakalım:

“Gütmesi, bakması ne kadar zor olursa olsun, keçi köylünün ayrılmaz bir parçasıydı o
zaman. En çok bizim gibi Toroslar´da yaşayan Yörük Türkmenleri için bu böyleydi. Dağlık yöre, en
çok keçi yetiştirmeye elverişliydi çünkü. Keçi kılından yapılan koca koca keçeli çadırlar kurulur;
zahire çuvalları, harar, heybe, torba, kolan, kuşak yapılırdı.
Evlerin ve çadırların tabanına serilen çullar ve halılar yine keçi kılından dokunurdu. Dağların
kokulu otları ve makileriyle beslenen keçinin eti, sütü, yağı, peyniri köylünün önemli bir beslenme
kaynağı olduğu kadar bir gelir kaynağıydı da. Köylü, keçisinden ayrılamazdı. Nitekim annemin
ayrılmakta en çok zorlandığı hayvan keçileri olmuştu.”
Ne yazık ki, o güzelim hayvanları, “orman düşmanı” diye yutturdular halkımıza. Kimler, niçin
yaptılar bunu, bilemiyorum ama başarılı da oldular.” Nerdeyse neslini tükettiler.” desem, doğru…
10 -15 keçimiz vardı bizim. Bir bakıma onlara borçluyuz beslenmemizi ve sağlığımızı. Onlar
sayesinde süt ve yoğurt da eksik olmadı evimizden; tereyağı, ayran ve “keş” dediğimiz lor peyniri de…
Ya eti, ya eti!
Var mıdır, keçi eti gibi lezzetli bir et?
Her yıl, erkeklerinden bir ikisini keser; taze taze yer, kalanını kavurma yapar saklardık. Bazı
yemeklere bir-iki kaşık kavurma atardı annem! Öyle iştahla yerdik ki, kavurmalı yemekleri!
Bir zamanlar, kentli ya da kent kökenlilerin burun kıvırdığı keçi eti gibi, keçi sütü ve keçi
peyniri de bir kıymete bindi ki şimdi; sormayın gitsin!
Devran nasıl döndü bakın: Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda her türlü keçi ürününe
küçümseyerek bakanlar, şimdi de keçi eti ve keçi peyniri yemekle övünüyorlar.
Emekli Dekan Profesörümüz Süleymen Bozdemir´i dinleyelim biraz daha:
“Çocukluk günlerimin çoğu yalınayakla geçti dersem, abarttığımı sanmayın. İlkokula
gidinceye kadar, bizim hiçbirimiz, hayvan yününden ya da lastikten yapılmış ayakkabı veya çizme giymedik. Babamın kendi eliyle yaptığı çarıkları ki, biz ona “edik” derdik, giyerdik. Çarıklar da fazla ömürlü olmazdı. Parçalanır, atılırdı. Kalırdık yine yalınayak. İlkokul ikinci ve üçüncü sınıfa geçtiğim yılın yazında davar çobanımız “Süllü Dayı” idi. Topal Hasan dayının oğlu sınıf arkadaşım Mehmet Turan ile yaz aylarında yalınayak oğlak gütmek zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Ayaklarımın altı tıpkı bir gön gibi olmuştu. Artık hiçbir şey hissetmez hale gelmişti.”
Yine bir sonbaharda dayısı oğlu Yusuf´la çobandır dağlarda. Lastik bir pabucu vardır. Geceyi
de dağlarda geçirirler. Havalar iyice soğumuştur. Âbisinin bir pardösüsü vardır. Onu örter, uyumadan önce üstüne, yorgan yerine. Ayakları açık kalır ama!
Üşüdüğü için ateşe yakın yatar hep. Bir gece, farkına varmadan ayaklarını iyice sokar sıcak
külün içine. Lastik pabuçlardan biri ateş alıp yanmaya başlamasın mı? Zor kurtarır; ayağını ve kendini yanmaktan.
Sonuç mu? En az iki ay boyunca yarısı yanık bir lastik pabuçla çobanlık yapmak zorunda kalır.
Kimsenin aklına bir çare gelmez. Kolay mı, en ucuzu bile olsa yeni bir pabuç almak? Çoban
Profesörümüz, şöyle bitirmiş; bu anısını:
“Ve ben hiç şikâyet ettiğimi hatırlamıyorum. Dikenler ayağıma batar, bastığı yerde
iltihaplar oluşurdu çoğu zaman. Anam pise ve katran sürer, ya da pişmiş soğan sarar, iltihabı
söktürmeye çalışırdı. İlaç mı bildiğimiz, bulduğumuz var? Şimdi düşünüyorum da, zamane
çocuklarıyla kendimi kıyasladığımda, ne kadar da sabırlı, fedakâr ve uysal bir çocukmuşum!” (1)
Yoktu, birbirimizden farkımız, sevgili profesörüm! Annelerimiz, babalarımız nelere nelere
katlanıyorlardı da şikâyet etmiyorlardı ki hiç. Dolayısıyla şikâyet etmeyi öğrenmedik; biz
büyüklerimizden.
Aksine, karşılaştığımız her zorluğa katlanmayı, her engeli kendi gücümüzle aşmayı, her sorunu
kendi yeteneğimizle çözmeyi öğrendik onlardan. Bize bıraktıkları en değerli mirastır bunlar.
Öyle olmasaydı, ne sen orada olabilirdin; sevgili Bozdemir, ne ben burada…
Var mı, bu yoruma bir itirazın?

ŞAİR VE YAZAR MEKTUPLARI

Oturup dinlenmeden, birikimlerini arka arkaya kitaplaştıran dostlarımdan biri de Ahmet
Köklügiller. Köylü çocuğu ve Düziçi Köy Enstitüsü kökenli bir öğretmen O da…
Uzun yıllar Anadolu ve İstanbul´da ortaokul ve liselerde Türkçe-edebiyat öğretmeni olarak
çalışırken, kalemi hiç bırakmadı elinden: Varlık, Türk Dili ve Ilgaz başta olmak üzere, birçok dergide yazdı sürekli.
Daha sonra kitaplaştırdı ürünlerini: Birkaç ay önce almıştım, 41. eseri “Güldüren ve
Düşündüren Şiirler” adlı antolojisini. Şu anda, 42. kitabı var elimde: “Şair ve Yazar Mektupları”…
Orhan Kemal, Yaşar Nabi Nayır, Yaman Koray, Hasan İzzettin Dinamo da var; Ceyhun Âtuf
Kansu, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Hâlim Yağcıoğlu da… Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Talip Apaydın da var, Azime Korkmazgil, Ömer Âsım Aksoy ve Hüseyin Erkan da…
Her mektup birşeyler öğretiyor; birşeyler düşündürüyor insana. (2)
Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

(1) Bir Yaşam Öyküsü, Eğitime ve Bilime Adanmış Bir Ömür: Prof. Dr. Süleyman Bozdemir,
Karahan Kitabevi, Adana 2018, İletişim: Tel: 0535 694 25 47,
suleyman.bozdemir@hotmail.com
(2) Yazar ve Şair Mektupları: Ahmet Köklügiller, Baygenç Yayıncılık, 2020 İstanbul,
İletişim: 0242 52253 58, alanyaguncel@gmail.com ; Yazar: 0544 591 46 49

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —