455 Memleketimden İnsan Manzaraları
Şekip Işık Diye Bir Dostum Vardı Benim
Siz de bilirsiniz ki, zorlukla elde edilen şeylerin tadı bir başka güzeldir. Ve onlar maddi değeri
ne olursa olsun, daha kıymetlidir bizce, kolay elde edilenlerden.
Uzun yıllar gece gündüz çalışıp dişinizden tırnağınızdan artırarak aldığınız gecekondu benzeri
iki odalı eve sahip olduğunuzda mı daha mutlu olmuştunuz, hiç beklemediğiniz bir anda size miras
kalan o köşke taşınınca mı?
Fazla zorlamayayım sizi bu konuda. Bana sorarsanız, çok emek harcayarak zorla elde
ettiklerim daha mutlu etti beni.
Sözgelişi elli yıllık eşim Güler’e de kolay sahip olmadım ben. 1961’de İstanbul Çapa Eğitim
Enstitüsü’nden mezun olunca bir sınıf arkadaşım ya da annemin seçtiği bir komşu kızıyla
evleniverseydim, Güler gibi sevebilir miydim acaba onları?
Yani ki, ilk gözağrım Diyarbakır/Ergani Dicle İlköğretmen Okulu’na giderken de bekârdım, üç
yıl sonra Hasanoğlan’a naklim çıkıp dönerken de… Sonra bir yıl Kars’ın Arpaçay Ortaokulu, sonra
Ağrı’da 18 ay yedek subaylık ve Keşan Paşayiğit Ortaokulu…
Üç yıl sonra dönüp geldim İstanbul’a. Küçükköy Vefa Poyraz Lisesi öğretmeniyim bu kez ama
hâlâ bekâr… Birçok bayan öğretmenle birlikte çalıştım; atandığım okullarda ama ne onlar benim
gönlümü fethedebildi, ne de ben onlarınkini…
Yıl 1973… Yani 12. yılı idi öğretmenliğimin. İlle de hedefi 12’den vurmak isterdi gönlüm. “12
olmazsa 10 olsun, ne fark eder!” diyemedi; deli gönül hiç. Ve ben onu dinledim hep, onca yıl.
Keşan’da çalıştığım üç yıl içinde, çok değerli meslektaşım Şekip Işık’la iyi dosttuk. O da benim
gibi Çapa Eğitim Enstitüsü mezunuydu. Çalıştığı Keşan Lisesi’ne atanan yeni mezun Nezihe Hanım’ı
çok sevdi. Nezihe kardeşim de onu… Ders yılı sonunda beni de nikâh şahidi yaparak evlenip mutlu bir
yuva kurdular. Ne zaman birlikte olsak, “Sen de evlen artık arkadaş” diyordu ikisi de.
“Buldunuz da güzel bir kız, hayır mı dedik?” diyordum ben de. 1980’li yıllarda İstanbul’a vali
yardımcısı olarak atanan Esat Ölçer 1970-1971 yıllarında Keşan Kaymakamıydı. Eşiyle birlikte
okulumuzu bir ziyaretinde, bekâr olduğumu öğrenince, “Sizi bir öğretmen hanımla evlendirelim
hocam!” önerilerini de memnuniyetle karşılamıştım ama arkası gelmemişti.
1973’ün kış mevsiminde de Cahit Sıtkı Tarancı’nın deyişiyle, “Yatağım her gece böyle
soğuk/Saadet bu ömrün neresinde?” diye sormamıştım ben yine. Henüz merhaba demiştik ki bahara,
bir mektubum gelmesin mi Keşan’dan? Hem de Şekip Işık’tan…
“Nezihe, bir kız buldu sana Erkan. Atla gel bu hafta sonu.” diyordu; sevgili dostum.
Durur muyum? Keşan Kız Meslek Lisesinde edebiyat öğretmeniymiş, bana uygun gördükleri
İzmirli hanım. Genç, güzel, güler yüzlü, konuşkan… Akşam yemeğinde birlikte olduk. Yedik, içtik,
güldük, eğlendik. O günkü yurt sorunlarına da değindik; her zamanki gibi yüreğimiz yana yana.
Vakit geldi, uğurladık meslektaşımızı. Merakla, “Nasıl buldun?” diye sordu dostlar.
“Her şey için önce teşekkür ederim size. Arkadaşınız gerçekten güzel bir bayan. Ayrıca
neşeli, hoş sohbet… Kafa yapısı da iyi… Ancak dokunmadı hiç kalbime.” deyiverdim.
Dolayısıyla yine eli boş, yine kalbi boş döndüm İstanbu’a.
Bahar da geldi geçti. Haziran’ın ilk günleri… Ve yine bir mektup… Beni “çarpan balık”tan
koruyan, ‘trakonya’nın ne olduğunu öğreten Şekip Işık’tan…
“Gel, diyordu; gel!.. Kardeşin Nezihe, bulduğu gelin adayına çok güveniyor bu kez.”
Tutmayın beni sakın! “İstanbul’da kız mı yok? Ne işin var, taa Keşan’da?” demeyin. Şekip
dostum, Nezihe kardeşimdi beni çağıran. Niçin gitmeyecekmişim? Ertesi günü hem de, hemen!..
Yine Keşan Kız Meslek Lisesi’nde öğretmendi; dostlarımın tanıttıkları hanım. Giyim
öğretmeni... Balıkesir’in Erdek ilçesinde doğmuş ama İstanbul’da büyümüş. Ortaöğretimden sonra
Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirmiş.
Pek de önemli değildi bunlar benim için. Erzurum ya da Trabzon doğumlu olsa ne fark ederdi,
İstanbul yerine Adana ya da Edirne’de büyüse ne değişirdi? Okullar çoktan yaz tatiline girmişti ama o,
biçki dikiş öğretip giyim dersi veriyordu ev hanımlarına. Okuluna gittik birlikte:
“İşte sık sık adını duyup ‘Kim bu arkadaşınız?’ diye sorduğunuz Hüseyin Erkan” diye
tanıştırdıktan sonra “Şimdi dersiniz var. Meşgul etmeyelim sizi. ‘Akşam yemeğini birlikte yiyelim’
dedi Nezihe. İşiniz bitince Öğretmenler Derneğine buyurun. Birlikte gideriz eve.” dedi dostum.
Akşama doğru, iki hanım, birlikte hazırladılar sofrayı. Biz erkekler hazır yiyici…
Çorbamızı içip ikinci yemeği de yedik. Pilava gelmişti sıra. Dağıtıma başlarken Erdekli Hanım:
“Pilavı ben yaptım ama lapa oldu. Kusura bakmayın lütfen. Öğleyin, ‘Pilavı güzel yapan tüm
yemekleri güzel yapar’ diyordu Hüseyin Bey. Bu gidişle evde kaldım ben.” demesin mi?
Bir yudum aldıktan sonra pilavdan, “Yoo, hiç de lapa değil. Üstelik çok lezzetli… Sizin hatanız değil
tane tane olmayışı, pirincinden… Bana bir iki kaşık daha lütfen!” deme gereğini duydum o an.
Yedik, içtik; konuştuk ordan, burdan. Derken, nerden aklına geldi bilmem:
“Haydi Erkan, bize bir şiir oku.” demesin mi Şekip?
Hiç hesapta olmayan bir durumdu bu. Şöyle bir çalkalandı beynim. Onca şair, onca şiir var
belleğimde ama hangisini okumalı? ‘İstanbul’u Dinliyorum’u mu, ‘35 Yaş’ı mı? ‘Mavi Gözlü Dev ve
Minnacık Kadın’ı mı, ‘Güzel ile Faydalı’yı mı diye düşünürken, yaklaşık beş yıl önce Kars’ın Arpaçay
ilçesinde yazdığım bir şiir geliverdi aklıma.
“Bugüne dek hiçbir yerde duyup okumadığınız bir şiir sunayım öyleyse size” deyip baktım
tek tek karşımdaki üç öğretmen arkadaşımın gözlerine. Gördüm ki, hazırdılar dinlemeye.
Hiç acele etmeden yavaş yavaş, ağır ağır başladım okumaya ben de:
SİZİ BİLMEM
sizi bilmem
sabahları severim ben
apaydınlık sabahları
vurup tekmeyi geceye ölümcül uykuya
var olduğumu soluk aldığımı yaşadığımı
bilmenin tadına doyamam!
sizi bilmem
sarışın kızları severim ben
ya da kumral
zeytin gözlü tay bakışlı
sözcük sözcük dökülen Türkçemin
pınar pınar çağladığı
türkülerimin güldüğü
türkülerimin ağladığı
dudaklarından severim öpmeyi!
sizi bilmem
yiğitlik öykülerine bayılırım ben
en amansız zalimlere
yönetimlere baş kaldırışlara
bilimin özgürlüğün bağımsızlığın
yalın kılıncını kuşanıp
demir yumruğunu balyozca vuranlara
hayranım ben!
sizi bilmem
gözleri şimşek şimşek çakıp
karanlığı delenleri
uykumu bölenleri severim ben
altını değil altın yürekleri
kan için duman için
yaldızlı giysilere bürünmüş savaşları değil
alın teriyle büyümüş
başakları severim ben!
sizi bilmem
Menteşbey köyünden Akseki’nin
özgür bir ozanım ben
topraktan gelir köküm
toprağa dönük meyvem
bakıp kimsesizliğime
ince boynuma saz benzime
gücüme gülenlere şaşarım ben
beş bin yılın tomurcuklarıdır
açan dudaklarımda
renk renk
koku koku
ışık ışık
dağları
denizleri
sınırları aşarım ben
bir gün gelir
gelir bir gün
gönüllerde yaşarım ben!
***
Şiiri özellikle çok dikkatle ve özümseyerek dinlediğini görüp sevindiğim Güler Hanım:
“Şekip Bey, dedi, siz bana yeterince tanıtmamıştınız arkadaşınızı. Ama bu şiir A’dan Z’ye çok
iyi tanıttı kendisini.” deyince, ringe çıkmış ve ilk raundu kazanmış bir boksör gibi gördüm kendimi.
İlk raundu kazanmak güzeldir; güzeldir de ya sonrakiler?
Merak ettinizse eğer, onları da önümüzdeki hafta anlatayım size.
Hüseyin ERKAN
Yeni Whatsap Telefonum: 0535 371 74 83