Hüseyin ERKAN

Tarih: 19.11.2023 19:32

Trakonya Nedir, Bilir misiniz?

Facebook Twitter Linked-in

444 Memleketimden İnsan Manzaraları

Trakonya Nedir, Bilir misiniz?

Trakonya nedir, bilir misiniz? Üzülmeyin sakın bilmiyorsanız. Çok sonraları öğrendim ben de.
Kitaplardan değil ama. Bizzat yaşayarak… Bu soruyu yanıtlamadan önce bir anımı anlatmak isterim
size:
İyi bilmediğim, daha doğrusu cahili olduğum konulardan biri de balıktır. Hani şu ırmakta,
gölde, denizde yaşayan balık… “Nasıl olur, sen Antalyalısın. Sen de bilmezsen kim bilir?” diyenler
olacaktır; haklı olarak. Ancak Antalya’nın Akseki ilçesinden olduğumu unutanlardır onlar. Ve üstelik
on bir yaşıma kadar bir dağ köyünde yaşadığımı bilmeyenler…
Evet, gerçek b u! On bir yaşıma kadar ne göl gördüm, ne deniz… Kışın coşup yazın kuruyan
derelerimizde de yoktu balık. İlkokuldan sonra Aksu Köy Enstitüsü’nde okuma şansını yakaladım da
ancak orada gördüm ilk kez balığı ve ilk kez orada yedim.
Kedimiz de vardı köyümüzde, keçilerimiz de… İneğimiz de vardı, tavuklarımız da, eşeğimiz
de… Onlardan sorun, söyleyeyim. Balık demeyin ama bana! Peşin peşin söyledim ya en başta.
Bilgisizim o konuda. Temelde yoksa eğer, olmuyor işte sonradan.
1969 Eylülünde yedek subay olarak askerlik görevimi tamamlayınca Ağrı’da, asıl mesleğim
öğretmenliğe dönmüştüm. Edirne’nin ilçesi Keşan’a atanmıştım bu kez. İki yıldır orada çalışan
meslektaşım Türkçe Öğretmeni Şekip Işık’la öyle uyuştu ki kafalarımız, kardeş gibi olduk kısa
zamanda. Pozitif bir beyni ve tertemiz bir yüreği vardı. O da henüz bekârdı; benim gibi. Öyle güzel
anlaşıyorduk ki her konuda! Gizlimiz saklımız yoktu hiç bir birimizden.
Ders yılı sonu geldi. Sınavlarla geçti haziran. Temmuzla birlikte başladı sıcaklar. Annem ve kız
kardeşim vardı yanımda. Dolayısıyla memlekete gitmeyecektim o yaz. Aslen Samsunlu olan fakat
ailesi İstanbul’da yaşayan dostum Şekip de gitmiyordu. “Öyleyse gel seninle deniz kıyısında bir kamp
yapalım” deyiverdi bir gün.
“Yapalım da dostum nerede, nasıl?”
“Sen henüz gitmedin ama Keşan’ın Erikli diye güzel bir sahili var. Kumu da şâhâne, denizi de…
Düşündüm ben bu konuyu. Bir yerden çadır verecekler bana. Tek başına tadı çıkmaz ama. Sen de evet
dersen yatak, yastık, battaniye bir şeyler götürürüz. Basit yemekler yapmasını bilirim ben. Sen de
bilirsin mutlaka. Yardımlaşa idare ederiz iki üç hafta. Ne dersin?”
“Valla hiç aklımda yoktu böyle bir şey. Ama neden olmasın? Sen evet diyorsan, ben niçin hayır
diyeyim?” dedim ve gerekli hazırlıkları yaparak kalkıp gittik Erikli’ye. Epeyce uğraşıp motele yakın bir
yere kurduk çadırımızı. Yatağımızı, battaniyemizi, küçük gaz ocağımızla gerekli mutfak araç gereçlerini
de yerleştirdik. İşimiz bitince mayolarımızı giyip denize girerek kutladık başarımızı.
Gündüz sıcak ama gece oldukça serindi. İyi ki getirmişiz battaniyelerimizi. Askerken tatbikata
çıktığımızda çadırlarda yatıp kalktığımız için yabancı sayılmazdık; bu tür konaklamaya. Üstelik bir de el

radyomuz vardı yanımızda. Haberse haber, müzikse müzik… Canımız çektikçe çay da demliyorduk.
Daha ne isteriz ki!
İkinci gün öğleden sonra balığa çıkmaya karar verdik. Bir sandal kiraladık. Şekip geçti
küreklerin başına. Ustaca kullanıyordu. Ben daha önce sandala da binmemiştim hiç, kürek de
çekmemiştim. Balığa da ilk kez çıkıyordum. Yani ki acemisiydim bu tür işlerin. Epeyce açıldıktan sonra
kıyıdan, ”Burası iyi” deyip kürekleri bıraktı arkadaşım. Oltayı çıkarıp iğnesine bir yem takarak fırlattı
denize. Epeyce bir sallayıp durdu ama merhaba diyen olmadı hiç. “Nerde bu balıklar?” derken, “Evet,
geldi işte bir tane” deyip hızlı hızlı çekmeye başladı oltayı. Merakla izliyordum dostumu. Gerçekten de
bir karış büyüklüğünde bir balık vardı oltanın ucunda.
Balığı tutup oltadan çıkarmak da benim görevim olmalıydı; değil mi ya! Hemen eğilip elimi
uzatmamla birlikte, “Dokunma! Sakın dokunma!” diye telaşla kükredi dostum. Şaka yapıyor sanarak
daha bir hevesle tutmak üzereyken balığı, sertçe engel olmasın mı bağırarak. Arkadaşımda görmeye
alışık olmadığım bir davranıştı bu. Niçin engel oluyordu bana? Ne olurdu balığı ben çıkarsam oltadan?
Hiçbir anlam veremeden, “Ne oluyorsun?” der gibisinden şaşkın şaşkın bakarken yüzüne:
“Şaka mı yapıyorsun arkadaş? Yoksa zehirli bir balık olduğunu bilmiyor musun onun?”
demesin mi?
“Ne diyorsun, Tanrı aşkına sen arkadaş? Zehirli balık mı olurmuş? Tutup da çiy çiy
yemeyecektim ya onu.”
“Anladım; bilmiyorsun gerçekten. Yesen bir şey olmaz da dokununca zehirler; sırtındaki
dikenlerle. Trakonya derler ona. Felç eder adamı. Öyle korktum ki dokunacaksın diye.”
İlk kez balığa çıkmışım. Nerden bilirim ben trakonyayı! Yılanı, akrebi, sıçanı, kurbağayı,
kargayı, kekliği, kartalı bilirim de balığı bilmem işte! İlk kez o gün duydum trakonya adını. Bizim
dilimizde kaya balığı denirmiş. Balıkçılar iyi bildikleri için çok dikkatli olurlarmış. İyi de Şekip nerden
biliyordu bunları? O gün, onun bilgisi ve dikkati sayesinde kurtulmuştum zehirlenmekten.
Ah benim değerli dostum! Ah benim vefalı arkadaşım! Ah benim yurt, ulus ve Atatürk
sevgisiyle yanıp tutuşan idealist meslektaşım! Seni başka özellik ve güzelliklerinle de anlatmak isterim
başka bir söyleşimde.
Mademki sözü balıktan açtık bugün. Size bir sorum olacak. Canınız balık yemek istedi ve bir
balıkçıya gittiniz: Eşiniz ve dostlarınız da var yanınızda. Garson gelip, “Ne arzu edersiniz?” diye soracak
elbet. Biliyorsunuz ki hamsiden palamuda, istavritten levreğe, sarıkanattan tekire varıncaya kadar her
çeşit balık var orada. Sizce en iyi, en makbul balık hangisi? Niçin hangi balığı seçmeli? Şekip olsa ona
sorardım da, yok o maalesef. Erken erken çekip gitti bu dünyadan.
Çok merak ediyorum. Ne olursunuz, bu soruma bir cevap verin bana lütfen! Bekleyeceğim.

Hüseyin ERKAN


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —